Hukukun Üstünlüğüne ve Anayasal Düzene Karşı Yapılan Saldırıların Karşısındayız.

BASIN BİLDİRİSİ

 

Türkiye Cumhuriyeti Anayasa’da da düzenlendiği gibi Atatürk milliyetçiliğine bağlı, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir.

 

Hukuk devleti ilkesinin en önemli yansıması ülkedeki tüm kişilerin ve tüm kurumların hukukla bağlı olmasıdır.

 

Yine demokratik bir hukuk Devleti olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin en önemli temel yapı taşlarından biri kimsenin kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamayacağı esasına dayanır.

 

Anayasal düzenlemeler, kanunlar, yönetmelikler şüphesiz çağın gereklerinin, medeni toplumun ve demokratik hak ve özgürlüklerin esas alındığı bir rejimde değiştirilemez metinler değildir. Tüm bu düzenlemelerin birilerinin veyahut birtakım kurumların hoşuna gitmesi beklenemez. Yine tüm bu metinlere göre bağımsız yargı organlarınca verilen tüm kararlar da yine aynı şekilde eleştirilemez değildir. Bununla birlikte demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye kurucu iradesi ile yasama, yürütme ve yargı erklerini birbirinden ayırmış ve bağımsız kılmıştır. Demokratik bir toplumun olmazsa olmazı; denetlenebilir idarenin, hukuka uygun yönetimin esası işte bu denge-fren-denetim anlayışına dayanan güçler ayrılığına dayanmasıdır.

 

Dünyada örneği bulunmayan ve adına Türk tipi Başkanlık sistemi denilen ucube sistem anlayışı ülkemize en büyük kötülüğü yaşatmış ve dünyadaki yegâne Gazi Meclis olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni millet iradesinin tecelli ettiği yer olmaktan çıkartarak tavsiye ve danışma hizmeti veren bir halkla ilişkiler ofisi mertebesine indirmiş; yasama, yürütme ve yargıyı adeta tek adam elinde toplamak suretiyle denge ve denetim imkânını ortadan kaldırmıştır.

 

Denge ve denetimin olmadığı bir sistem demokrasi olamaz. Bunu yaşadığımız süreçte sıklıkla görüyoruz. Bugün meclis etkisizdir. Siyaset çözüm üretmemektedir. Yargı tam bağımlı hale gelmiştir. İnsanlar adalete güven duygusunu yitirmiş adaleti kendi elleri ile sağlamaya çalışır olmuşlardır. Yerel ve uluslararası mafya ve suç örgütleri ülkemizde kendi rejimlerini kurmuş görünmektedirler. Yargıda tarife iddiaları en üst makamlardan seslendirilir olmuştur. Yargı sosyal medya adaletine teslim olmuş, sosyal medyadan gelen tepkilere göre kararlarını şekillendirir olmuştur. Gazeteciler sadece gazetecilik yaptıkları için cezaevine girmektedir.

 

Nihayet Yargıtay 3. Ceza Dairesi, çok ama çok acı bir olaydır ki yetki ve görev sınırlarını aşarak Anayasa Mahkemesinin Can Atalay kararını tanımamış, Anayasa Mahkemesini Anayasayı ihlâl etmekle suçlamış ve Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkına suç duyurusunda bulunmuştur.

 

 

Yine Yargıtay 3. Ceza Dairesi, yetki ve görev sınırlarını aşarak, yasama organı olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni son derece yakışıksız bir dille alenen aşağılamış ve tehdit etmiştir.

 

Yargı hukuk diliyle konuşur, yüce Türk Milleti adına karar verir. 100 yılını deviren Türkiye Cumhuriyeti, tarihinde ilk kez Anayasayı hiçe sayan bir yüksek yargı organı ile karşılaşma talihsizliğine de düşmüş durumdadır.

 

Siyasetin yargısı, yargının siyaseti olmaz. Olursa bu olur, kaos olur, Devlet tüm kurumları ile birlikte çöker ve enkazın altında ilk kalan adalet olur.

 

Vurgulamak gerekmektedir ki kimse yargı kararını beğenmek zorunda değildir. Ancak Anayasa uygulanmayacaksa, kişiye ya da duruma göre yok sayılacaksa, yargı kararları uygulanmayacaksa tüm yasal düzenlemeler kağıt üzerinde kalmış değersiz sözcüklerden öte bir anlam taşımaz. Bu halde de o ülkede adaletten, hukuktan, insan haklarından, demokrasiden söz edilemez.

 

Mesele milletvekili seçilen Can Atalay’ın kişisel ve mevcut durumundan ibaret değildir. Mesele Anayasaya aykırılığın, hukuksuzluğun, adaleti hiçe saymanın yüksek yargı eliyle kanıksanmış olmasıdır ve bu en hafif tabiri ile son derece talihsiz bir durumdur.

Yüksek yargı mercileri siyaset yapma kararlılığında ise kendilerine yakışan cübbelerini çıkartıp siyasete atılmalarıdır.

 

Anayasa Mahkemesince hak ihlâli kararı verilmiştir ve bu şüphesiz uygulanacaktır. Bir kısım oturdukları makamların gücünü kendilerine bahşedilmiş bir güç zanneden şahsın kişisel mülahazalarla bu kararı yerine bulup bulmamasının bir önemi de değeri de yoktur.

Anayasa Mahkemesi’nin anayasal bir kurum olarak vermiş olduğu kararların uygulanmaması, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının görmezden gelinmesi demokratik bir hukuk devletinde hayal dahi edilemez.

 

Anayasayı ayaklar altına alan, Anayasal düzeni fiilen değiştirmeye çalışan, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne, yasama organına alenen hakaret eden, emir ve talimat dayatan, terör örgütleri ile birlikte hareket etmekle itham edecek kadar kendisini kaybeden herkes ama herkes kaybetmeye mahkûmdur.

 

Türkiye ya bir hukuk devleti olacaktır ya da hukukun, adaletin, özgürlüğün, demokrasinin, eşitliğin, hakkın, hürriyetin sadece güzel sözlerden ibaret, tüm bunların kağıt üzerinde kaldığı bir kabile devleti olacaktır.

 

Yüce Türk Milleti adına karar vermeye yetkili ve görevli kişiler eliyle Anayasanın bilfiil çiğnenmesi kabul edilemez. Bu beklenti içinde olan yargı mensuplarına düşen cübbelerini çıkartmak, kendi siyasi ve ekonomik sosyal hayallerine uygun şekilde siyasete atılmaktır.

Bu ayıbı yaşatmak Türkiye’ye en büyük kötülüktür.

Bu saatten sonra bu ayıba imza atanların, bu kötülüğü Türkiye’ye yaşatanların kendilerine ve ülkelerine yapabilecekleri tek iyilik, layıkı ile yapamadıkları görevlerinden kendi rızaları ile çekilmek ve liyakat sahibi yetkin hukuk insanlarına görevlerini devretmektir.

 

Merkez Yönetim Kurulu

 

Sosyal Medyada Paylaş